Bugun...


DR. KEMAL KAMBUROĞLU

facebook-paylas
Mesele Bu Günün Meselesi Değildir 3
Tarih: 20-11-2020 00:27:00 Güncelleme: 20-11-2020 00:27:00


Bir televizyon klasiği olan ve tam 21 yıl süren canlı yayın HAYATIN NABZI’da yıllar evvel bir yayında konuğum Milli Eğitim Eski Bakanı ve Başbakan Eski Yardımcısı değerli devlet adamı Ali Naili Erdem idi. Bir anısını anlattı, Kemal Bey dedi; “1970li yılların başında dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral merhum Hilmi Fırat ile Almanya’ya denizaltı almaya gitmiştik. Denizaltıların alınması nedeniyle o akşam Alman Genelkurmay Başkanı onurumuza bir yemek verdi. Yemekte Alman Komutanın bir tarafında ben diğer tarafında Hilmi Paşa oturuyordu. Hilmi Paşa Alman Genelkurmay Başkanına şu sözleri söyledi; - Her General, siz 1945 de dünyanın ikinci büyük savaşından çıktınız. Tüm Almanya dümdüz oldu. Ama siz 25 yıl sonra bize denizaltı satabiliyorsunuz. Biz 1923den beri 47 senedir hiç savaş görmedik. Ama istediğimiz atılımı bir türlü yapamıyoruz. Alman Generalin cevabı çok ilginçti; Her Amiral, siz 50 milyonluk bir nüfusa sahip ülkesiniz. 50 milyon insanın sırtı pek, karnı tok olursa bu 50 milyon silah demektir. Bunu ne dostlarınız ister ne de düşmanlarınız ister. O nedenle Türkiye ne tam yere yapışmalı ne de tam ayağa kalkmalı diye düşünülür. Sizin hep dizlerinizin üstünde kalmanız istenir.” Hikâye aslında çok şeyleri anlatıyor.

1980'lerden itibaren Türkiye’nin tüm ekonomik sistemi üretim temelli ekonomiden tüketim temelli ekonomiye evrildi. Hayatında hiç kredi kartı kullanmamış bir millete bolca kredi kartı dağıtıldı. Kredi kartının teknolojik bir yenilik ve kolaylık olduğu inkâr edilemez. Ancak Türkiye’de farklı bir amaç için “kazanmadan, borçlanarak tüketme alışkanlığı kazandırmak için” devreye sokuldu. TVler ağırlıklı olmak üzere tüm boyalı basın ve görevli tellallar getirilen ithal ve lüks ürünlerin reklamını yapmaya, kredili yaşamı teşvik etmeye başladı. Toplumun büyük bir kısmı düşünmeden ve çılgınca tüketmeye başladı. Tabii bu arada birçok alan birbirine paralele olarak yol alıyordu. Bu gün dünyada AVM sayısında ilk on ülke içinde olan Türkiye’de o yıllarda ilk AVMler ve zincir mağazalar açılmaya başladı. TVlerde her gün zihinlere pompalanan lüks ve yabancı markalı ürünleri AVMlerde gören insanlar bir anda kendilerini kredi kartları ile birlikte kasiyerin karşısında buldular.

AVMler ve zincir mağazalar giderek mahalle- çarşı esnafının yok edicileri konumuna dönüştüler. Çünkü mahalledeki bakkal amcanın AVM ya da zincir mağaza karşısında sermaye olarak tutunabilme şansı yoktu. AVMlerde kredi kartları havada uçuşmaya başladı ama aslında toplum ekonomik olarak intihar ediyor, geleceğini yiyordu. Hâlbuki Avrupa’nın hemen tüm ülkelerinde AVM’lerin şehrin en az 30 km. dışına kurulmasına izin veriliyordu. Şehrin içine asla müsaade edilmiyordu. Şimdi de öyle. Örneğin İspanya’nın küçük bir şehri olan Fıgures’de bile AVM 100 km. şehir dışında. Ya da Paris’te, Budapeşte’de, Viyana’da Roma’da, Köln’de, Amsterdam’da hepsinde böyle. Zira adamlar küçük esnaflarını yani ortadireği korumak zorunda olduklarını biliyorlar. Lakin bankalar Türkiye’deki bu yeni koşullarda halinden memnundu. Karlar olağanüstü artıyor, büyük banka sahipleri TVlerdeki röportajlarında “Yahu ağam kazanmaya doyamıyorum, kazdıkça kazanasım geliyor.” diyerek gevrek gevrek gülüyorlardı.

Bu arada bir “bankerlik müessesesi” icat edildi, emekliler evini sattı. Paralarını götürüp bankerlere yatırdı. Bankerler de aldıkları parayı işleterek yüksek faizle aylık vermeye başladılar. Böyle bir sistemi devreye girdi. Millet de bu işi sevdi, zira iyi para veriyorlardı, ikinci bir maaş. Ama bir üretim karşılığı olmayan bu saadet zinciri bir yerde göçüverdi. Bir müddet sonra adamların çoğu paralarla birlikte ya battı ya kaçtı. Bu süreçte yeni kazanç yolları da imtiyazlı bir kesimin önüne hızla açılıyordu. Siyasi iradenin etrafında “Papatyalar” diye bir grup oluşmuştu. Papatyaların görünürdeki amacı “sosyal yardımlar” gibi görünse de eğlenceler, yemekler, balolar, toplantılar, geziler arada bir de sosyal yardımlar ile sürekli gündemde idiler. Devletin bütün imkânları Papatyalara tahsis edilmişti. Hepsi için diyemeyiz ama Papatyaları oluşturan pek kıymetli mümtaz hanımefendilerin önemli bir kısmının esas amaçları eşlerinin şirketlerine ballı ihaleler kazandırmaktı. Bu dönemde ekonomimize “Hayali ihracat” adı altında yeni bir ticaret yöntemi kazandırıldı. Büyük bir hayali ihracat furyası başlamıştı. Adam gömlek ürettim, ihracat yapıyorum diyor, kumaş parçaları kıtıkları kolilere dolduruyor, gümrükten kontrolsüz geçen bu koliler tekstil ihracatı diye yabancı ülkeye gidiyor ve orada yakılıyordu. Adamın önceden yurt dışına gönderdiği dövizi de yurt dışından ülkeye geri geliyordu sanki bu ihracattan olan gelirmiş diye lakin bunun karşılığında o dönem icat edilen “vergi iadesi” adı altında milyonlarca lira devletin hazinesinden çıkıp bu adamların ceplerine giriyordu. Yani devlet bir biçimde bu yasal boşluktan dolandırılıyordu. Tezgâh iyi kurulmuştu. Öte yandan bu imtiyazlı kesime “ihracatı teşvik kredileri” dağıtılıyor, bunlarla süper lüks evler, yatlar alınıyor ihracat yapmış gibi gösteriliyordu. Ülkeye dışarıdan gelen döviz filan yoktu. Para transferleri ile döviz girmiş gibi gösteriliyordu. Ballı yaşam harika gidiyordu. Dışa açılmak, modernleşmek, gelişmiş ekonomi kısacası Neoliberal ekonomi bu idi. İnsanlara deniliyordu ki; “Eskiden cebinde bir dolar olsa hapse giriyordun. Şimdi cebinde dolar var ama bir şey olmuyor. Türk parasını korumak da neymiş? Bunlar çağ dışı ekonomide kaldı.”

Necip halkımız da ya bak doğru söylüyor deyip inanıyordu. Sonuçta Türkiye, bu gün girdiği ekonomik sıkıntıların içine yıllar süren böyle bir hikâyenin sonunda düştü. Kısacası hiçbir şey durup dururken kendiliğinden olmadı. O nedenle “mesele bu günün meselesi değildir”. Nitekim kurulan bu çarpık sistem sonucu Türkiye çeşitli defalar ekonomik krizlerle karşı karşıya kaldı. Bu çarpık sistem yalnız ekonomiyi değil Türk Milletinin kendine özgü bir takım değerlerini de yitirmesine sebep oldu. Benim memurum işini bilir, işbitirici ol da nasıl olursan ol, köşeyi dön de nasıl dönersen dön zihniyeti Türkiye’de onarılması çok zor ve uzun zaman isteyen değerler erozyonunu da beraberinde getirdi. Etik değerlerimizin bir kısmını ne yazık ki kaybettik. 2001 yılında esnafın başbakanlık önünde yazar kasa fırlattığını gün gibi hatırlarız. O yıllarda da Türk ekonomisi yine ABD’den ithal Kemal Derviş’in ellerine bırakıldı. Kemer sıkma politikaları uygulandı. Kemal Derviş de Emperyal gücün talepleri doğrultusunda ekonomiyi götürdü, sonuçta kalıcı ve verimli bir yapı yine kurulamadı. Necip medyamız adamı Türk kamuoyuna sempatik göstermek için adamın sevgilisini bile “Catherine Derviş yenge” diye bize yutturdu. Peki, bütün bu süreçleri bildikten sonra ne yapmak lazım? Çözüm nedir? Türkiye ekonomik sorunlarını nasıl aşar? Bu konu ile ilgili son yazımızda onu da anlatacağız. (DEVAM EDECEK)





FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
GAZETEMİZ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


HABER ARA
YUKARI